1 Aralık 2010 Çarşamba

ŞEKİLCİLİK

Geçen gün okuduğum bir haber çoktandır kabaran duygularımı yeniden canlandırdı. Okuduğum haber şöyleydi. Cuma öğretmenimiz bir köyde çok başarılı bir öğretmen. Ve bir gün öğrencilerine cesaretten ve farklılıklardan bahsederken, bir öğrencisi diyor ki ''Hocam sizde farklı olma cesareti var mı?'' Cuma öğretmen olduğunu kanıtlamak için kulağını deldirip küpe takmaya başlıyor.Ve bu süreçte olanlar oluyor. Neredeyse işinden olacak. Çekmediği kalmıyor, bu küpe yüzünden.Başka okula atanıyor. Ve bunun sonucunda öğrencileri de farklılıkları göstermenin nasıl sonuçlanacağını böylece öğrenmiş oluyor. Cesaretin kırılması ve korkudan başka bir şey öğretmiyor çocuklara bu olay. Sizce bundan sonra o çocuklar nasıl hareket eder,özgür olabilir mi acaba? Bu olayı okuyunca hemen yine düşünmeye başladım daha doğrusu kendimi buna zorunlu hissettim. İnsanların şekilleriyle, ne giydikleriyle, saçıyla başıyla uğraşmaktan, onların ne kalbinin güzelliğini veya çirkinliğini, ne de yaptıklarının güzellliğini-çirkinliğini görüyoruz. Gözlerimizin gördüğü şeklinden hemen bir yargıya varıyor, tepki gösteriyoruz. Ve bu şekilcilik maalesef ki, ülke gündemini bile meşgul eder hale geldi ne zamandır. Ve asıl konuşmamız gereken gerçeklerden hep uzak kalıyoruz. Şimdiye kadar dindarım diyen insanlar bıyıklarıyla giydikleriyle,türbanlarıyla, göstere göstere yaptıkları ibadetletleriyle ben daha dindarım demek istedi ve hep bunu gösterme çabasında oldu. Neden? Bunu yapmayanları ya da bir şekilde toplum önünde göstermeyen insanları dinsizmiş gibi algıladı. Ya da öyleymiş gibi gösterdi insanlara.Kısacası dinsizlik etiketi yapıştırdılar. Bunu yapanlar şunu bilsin ki, bu yaptıkları tamamiyle bir gösterişten, şekilden ibarettir ve asla daha dindar olmanın bir ölçüsü olamaz. Bu toplum içerisinde bir ayrıcalık ve üstünlük kazanma çabasından başka birşey değildir. Artık yaşadığımız süreç bu anlamda ayrıcalıklı ve üstün bir sınıf oluşturmaya başladı. Oysa ki bu yaratılan sınıflar bölünme ve parçalanmadır ki bu da Kur'a'n'a tamamiyle ters bir davranıştır. Şekilcilikle öyle çok çeşitli sınıflar oluşmuş ve işin ilginci bu sınıflar birbirine pek iyi bakmaz hale gelmiş hatta daha da ileri gidip din dışı ilan etmiş diğer bir sınıfı. Oysa ki bunca bölünmüşlüğe karşı bir tek Kur'an var. İslamiyet şekilcilikle, şekille sınırlandırılamaz asla. Ama öyle günlerden geçmekteyiz ki din sadece şekle hapsedilmiş durumda. Bunu yapan insanlar da dine zarar vermekten başka bir işe ortak olmuyorlar.

Ben hiç kimseye inancımı ispatlamak zorunda değilim. Ve bu anlamda da inancın gösteriş unsuru olarak, şeklen herkesin gözü önünde yapılmasını doğru bulmuyorum. Bu durum çok özel bir durumdur ve herkesin içinde, bu özelliğini güzelliğini kaybediyor diye düşünmekteyim. İbadeti kimin için yapıyoruz,Allah için, Allah ile aramdaki diyalogdur benim.Peki o zaman bunu insanlara niye göstereyim ki. Sonra öyle insanın şekline bakarak dindarlık yargısına varılamaz.

Aynı şekilde Atatürk olan sevgimi de, Atatürkçülüğümü de kimseye rozetle, dış göünüşümle ispatlamak zorunda da değilim. Atatürk'ün düşüncelerini yaşatabildiğim ve uygulayabildiğim kadar Atatürkçüyümdür ben. Milliyetçilik için de aynı şeyleri söylemek mümkün.

Düşünyorum da yıllardır, bizim millet olarak değer yargılarımız sahiplenilmiş. Ve bu saydığım tüm değerler de aynı şekilde şekilciliğe hapsedilmiş. Uygulamaya gelince bakın bakalım bugün hangisi gerçek anlamıyla, özünde hayatımızda var? Bunu özellikle de bu değerleri sahiplenen insanlara soruyorum. Hangisi yaşıyor ülkemizde? Hiçbiri yok ortada. Eğer gerçekten samimi olsaydınız bugün onlarca sıkıntıyı yaşıyor olmazdık ülke olarak. Eğer gerçekten samimi olsaydınız, bu sahiplenmiş olduğunuz değerlerin gereklerini tam olarak yapardınız ve bugün ülke gündemi şekilcilikle bu kadar meşgul olmaz, daha başka şeyler tartışıyor olurduk. Bu ülke, bu devlet bugün kurulmadı beyler bayanlar. Muassır medeniyetin üstüne çıkmış, dünya devletlerine önder, bize Allah tarafından lütfedilen, emanet edilen dünya cennetine sahip çıkan, sahip çıkmayanlara dur diyebilecek, dünyanın herhangi bir köşesinde işlenen zulümlere dur diyebilecek başı dik, mağrur ve adaletli bir ülke olurduk. İşte Büyük Atatürk'ün muassır medeniyetin üstüne çıkma hayali buydu diye düşünüyorum.

Ve dindarım diyenler için de şunu söylüyorum, Kur'an'ın anlattığı İslam da budur işte. Kendin için,çevren için, ülken için ve insanlık için hayra ve barışa yönelik işler yapmak. Her daim adaleti, ve her alanda dengeyi korumak.

Ve diyorum ki bu değerlere sahip çıkanlar, var mı cesaretiniz bunu yapabilecek? Varsa cesaretiniz buyrun beri gelin. Yoksa eğer hiç konuşmayın artık. Savunmayın hiç bir değeri.

Bugün 10 kasım ve bugün bunları yazmaktan, bugün ülke olarak bunları tartışmaktan hicap duyuyuyorum.Atam seni saygı, sevgi ve özlemle anıyoruz. Ve Atam özür diliyorum; Sen'in hayaline sahip çıkamadığımız ve bu anlamda bir adım ileri gidemediğimiz için.

Ruhun şad olsun...

Melda Yaşar 

FANATİZM VE ETİKETLER

Son zamanlar da bakıyorum bakıyorum da çocuklarımız bir sürü koşuşturmacanın içinde sıkışıp kalmışlar. Nefes bile almakta zorlanıyorlar adeta. Zorlama ve baskı da cabası. Çocukluklarını yaşamalarına izin vermiyoruz. O küçücük oyun çocuklarına bir çok ağır yükler yükleniyor. Maalesef ki kendi dayatmalarımızla çocuklarımız kendisi olmuyor, siz oluyor kıyafetinden, saçından başından tutun da nerede nasıl okuyacağına kadar hayatının her aşamasına kadar, hiç onun ne istediğine özelliklerine yetenekelerine ve ruhuna bakmadan. Ve yıllarca yüreğinde bunların eksikliğini taşıyor.Nereye gitse götürüyor yanında, hiç yanımızdan ayırmadığımız çantamız gibi. Ve çocukluğunu yaşayan bu eksikliği taşımayan çocuklara karşı hem bir özenti içerisinde olmakla beraber hem de yüreğinde kin biriktiriyor diğrelerine. Böylece diğerleri hep öteki olarak kalıyor onun gözünde, ÖTEKİ. Belki de düşman olarak görüyor tüm ötekileri. Ve ne pahasına olursa olsun ezip geçmeyi öğreniyor. Ve bu durum öyle bir yansıyor ki topluma. Ekonomik, sosyal, siyasal ve dini yönlerden hep ötekileşiyoruz. Ötekileştikçe FANATİKLEŞİYORUZ. Fanatikleştikçe düşünme, araştırma, olup bitenleri ojektif bir biçimde görme yetimiz kayboluyor. Fanatikleştikçe bilimsellikten ve akılcılıktan uzaklaşıyoruz. Ve yine fanatikleştikçe sembollere, kişilere, içi boşaltılmış kavramlara körü körüne saplanıp kalıyoruz. Fanatikleştikçe fikirleri tartışmaktan, fikir üretmekten ve üretilen fikirlere sahip çıkmaktan uzaklaşıyoruz. Bunu yapmak bir yana fikir üreten insan öteki ise hiç düşünemden düşman kesiliyoruz ona. Yıllarca insnların kendi çıkarları menfaatleri uğruna üstünü örttüğü gerçekleri ortaya çıkaran insanları taşlıyor,elimizden gelen eziyeti yapıyoruz. Öyle ya yıllar yılı yerleşmiş kalıplaşmış hiç bir dayanağı olmayan tabuları yıkmak o kadar kolay değil. Fanatikleştikçe etiketlerimiz de artıyor, her alanda. Artık karşımızdakine etiketine göre değer verir olduk. Bir türlü beceremez olduk, karşımızdakine etketsiz, insan olarak bakmayı. Böyle olunca da hiçbir etikete sahip olmayan insanların yaşaması o kadar güçleşiyor ki hayatta. Çünkü böyleleri etiketi, etiketlemeyi asla kabul etmez. Onun, kendisinin özgürlüğünü kısıtladığını bilir. Çünkü hep kendi doğrularının peşindedirler. Ve karşısındakine sadece insan olarak bakar. Mücadelenin en çetinini de böyle insanlar yaşar. Tabi meselenin bir başka boyutu daha var. Karşınızdakini ne kadar insan olarak görmeye çalışsanız da, etiketini gururla taşıyan, fanatizm eseri insanlarla karşılaştığınızda, ister istemez geri çekilmek zorunda kalıyorsunuz. Çünkü onun tüm doğruları etiketinde saklı. Sizi kabullenmiyor bir türlü. Kendi etketindeki sahip olduğu doğruları size kabullendirmeye çalışıyor. Sizde kendi etiketini görmek istiyor. Göremeyince de doğal olarak ya sizi dışlıyor, ya size düşman oluyor ya da çekip gidiyor. Elbette ki, herkesin aynı olması beklenemez, elbette ki birbirine benzer insanlar bir arada olacak. Bu çok doğal. Ancak bu fanatizmin getirdiği etiketler eğer insana, insanlığa zarar verecek bir boyuta geliyorsa ve bu yüzden insanlar bölünüp parçalanıyor ve aynı ortamlarda birlikte yaşamaz hale geliyorsa bunun üzerinde durup derin derin düşünmek gerekiyor. Ben bu etketle işimi götürüyorum, işlerim yolunda diyenler de var elbette bunların içinde. Ancak gerçek olan bir şey var ki ne kalp tek başına bir işe yarar ne de aklını kullanmak tek başına. Kalbi devre dışına bırakan insanlar beyinlerini sadece kendi menfaatleri doğrultusunda kullanan kişiler haline gelirler. Aklını devre dışı bırakıp da sadece dünyaya kalp gözüyle bakanlar da her daim kandırılmaya müsait insanlardır. Fanatizmin esiri olmaya her daim adaydırlar. Oysa ki tablolar tek renkten oluşmazlar. Bir çok rengin o muhteşem uyumuyla bakanları hayran bırakan bir eser haline dönüşürler. Ruhumuzu coşturan eşssiz bir müzik senfonisi tek notadan oluşmaz hiç bir zaman. Tüm notaların ahenginde gizlidir güzelliğinin sırrı. Farklılıkların her biri birer bir renktir bizim için, güzel bir tablo kadar, ruhumuzu coşturan bir müzik eseri gibi hayatımızı güzelleştiren.

Melda Yaşar

12 Ekim 2010 Salı

AYNI DENİZLERİN ÇOCUKLARI


Bizler tek başımıza bir küçük bir dere, akarken sessizce tek başımıza bir hiçiz. Geçtiği yerlerde başka dereler, küçük akıntılar da karışır ve büyür büyür kocaman bir akarsu olarak dökülürler aynı denizlere, arı duru bir halde. Kimilerimiz bir şelale gibi çağlayarak coşkuyla katılırken bu akışa, kimimiz sakin ve sessizdir getirdiği yükün ağırlığıyla, belki biraz da düşünceli.Her birimiz kendi akışımızda bir hiçiz eksiğiz aslında.Her birimiz bir diğerimizn eksiğini tamamlıyoruz. Böylece bütüne doğru bir yol alıyoruz. Sen olmazsan ben olmam,ben olmazsan sen de yoksundur. Tek başımıza bir hiçlik denizinde boğuluruz da hiç kimse duymaz sesimizi. Bu şekilde baş edilmez bulanık sularla, karanlık girdaplarla, kayboluruz. Yüreğinde sevgi olanlar hep aynı denizlere dökülürler aslında.Ve yüreğinde sevgi barındıran küçük dereler eninde sonunda birleşirler bir noktada mutlaka. Ve hiç kimse durduramaz bu akışı. Çünkü yürek ve akıl birliğidir bunun adı. Bazen Öyle bir yağmur başlar ki, sağnak sağnak. Her yağan damla yüreğinize damlar, vurur vurur. Her yeri sel alır, balçık, pislik olmuştur. Evinizin bahçesinin duvarlarını alır götürür ve duvarın altında kalmıştır, en sevdiğiniz köpeğinizin kulübesi. Köpeğinize yanarken içiniz, yağmurun altında öylece kalakalırsınız, çaresiz.Bir an düşünürsünüz. Bir ses fısıldar durur size köpeğin orada, köpeğin orada. Bu arada yağmur alabildiğine hızlanmıştır ve sırıl sıklam olmuşsunuzdur. O sesin verdiği acıyla koşarsınız bir ümitle kulübenin olduğu yere, ''Hayatta kalmalısın geliyorum'' diyen yürek sesinizle. Bakarsınız ki kulübeyi kaldırdığınızda yaşıyor,yaşıyor,yaşıyordur. Ve o anda köpeği çıkarmaya çalışırsınız ama gücünüz yetmez kaldırmaya ve en sonunda ayaklarınız gömülürken balçık çamura, bir anda kaldırıp fırlatırsınız bir hamleyle.Ve işte kurtulmuştur.Aslında siz de inanamazsınız yaptığınıza, köpeğe dokunmaya, yanına yanaşmaya korkan siz, köpeği kucakladığınızı fark edersiniz. Yağmura bir de gözyaşlarınız eşlik etmeye başlamıştır. İşte yağmurun hikmeti dersiniz de sellerin,balçığın bile önünde duramayacağı bir duyguyu keşfedersiniz. Hayatta böyle değil midir? Mücadele edersiniz, mücadele edersiniz ama sonuç alamazsınız. Hayatınız hep mücadeleyle geçmiştir hep boşa çıkmıştır. Ve dersiniz ki; insanlar bunları hiç çaba harcamadan, mücadele etmeden elde ediyor. Ama ben niye yapamıyorum. Kendinizi yenik hissedersiniz, emekleriniz boşa gitmiştir. Oysa ki şöyle bir düşünürseniz bulacaksınızdır nedenini. İstediğinizi sandığınız şeyi gerçekten, yürekten hissediyor musunuz? Sonra, eğer bir mücadeleyi kaybetmişseniz yanlış taraftasınızdır ki bu da göreceli bir kavramdır. Eğer yanlış tarafta olup başarılı olmaktansa, kendi doğrularınızın tarafında yenik olmayı tercih etmişseniz, bu sonuç çok doğaldır. Evet sonuca üzülürsünüz ama huzurlusunuzdur. Bir de eğer mücadeleniz kirlenmişliğin, bulanıklığın içinde ise ya da bir bataklıktaysa, bataklığın içinde mücadele edemezsiniz. O zaman geri çekilip bir nefes alıp şöyle bir etrafı izlemek durumundasınız. Yoksa bataklıkta siz de batarsınız ve kaybolursunuz. Onun için mücadeleye bataklığın kurutulmasından başlamanız gerekiyor. Bu da tek başınıza olmayacaktır elbette. İşte burada yürekleri aynı denize dökülen insanlar bir ırmak, bir akarsu oluşturmak zorundadır. O yüzden mücadele için zamanın da olgunlaşması gerekir. Zamanı gelmemiş bir mücadele yenilgiyle sonuçlanır daima.

Melda Yaşar

11 Haziran 2010 Cuma

ÜMİDİNİ YİTİRME
















Fotoğraf: Ali Fatih Turgut


Bu bitki düşündürdü beni.Hayata dair neler fısıldıyordu ki? Kaldırımın üzerinde, karo taşlarının arasında büyümüştü öylece.Dimdik ayaktaydı.İlk bakışta sevgi yok,bakım yok ama bana mısın dememiş tutunmuştu işte o kadarcık zemine,meydan okurcasına hayata ve insanalara.İnsan sevgisiz ve ilgisiz hiç kimseye tutunmadan yaşabiliyor diye düşündürtüyordu insana.Ancak biraz derine dalıp düşününce hiç de öyle sevgisiz ve ilgisiz olmadığını farkediyornuz hemen.Allah'ın merhameti ve sevgisiydi onu bu derece ayakta tutan.Azıcık bir toprak ve yağmur büyümesi için gerekli
ortamı sağlıyordu ve bu da işte Allah'ın sonsuz merhameti ve sevgisiydi işte. Aslında insanlara da müthiş bir hayat dersiydi bu. İnsanın ve tüm varlıkların mayasıdır sevgi.Hiç bir varlık sevgisiz ayakta duramaz bu bir gerçektir.Aslında yüreğimizde hissetmektir sevgiyi. Sevgide cömert olmak gerekiyor ki hayat daha güzel ve anlamlı olsun.İnsan sevdikçe ve paylaştıkça çoğalıyor şu hayatta. Sevilmek duygusunu da yaşamak ve hissetmek istiyor insan. Ancak dünya öyle bir hale geldi ki insanoğlu sevgiyi verme ve göstermede de cimri davranıyor. Kendisi sevilsin istiyor. Ama sevmek cesaretini gösteremiyor. Çünkü yürekten sevmek emek istiyor, sorumluluk ve fedakarlık istiyor. İşte insanoğlu öylesine bencil ki bu emek ve sorumluluğun altına girmek istemiyor korkuyor ve kaçıyor. Ve bu durumda anlıyorsunuz ki sevmek de cesur yüreklerin işi. Sevgide cömert olanlar, sevdikçe canı ve yüreği yanmasına rağmen cesurca sevmeye devam ediyor, hiç yılmadan ümidini kaybetmeden ömrünü veriyor bunun için. Dimdik ayakta her türlü zorluğa karşı mücadele ediyor.Yüreğindeki tükenmez sevgi Allah'ın mucizesi oluyor. Belki sevilmek duygusunu yaşayamıyor bu dünyada ama veriyor işte. Ve bu mücadelede Allah'ın sonsuz sevgisi ve merhameti ayakta tutuyor ve yüreğine güç veriyor, tıpkı o yalnız gibi görünen fakat yalnız olmayan bitki gibi.
''İnsanoğlu çok nankördür. Kendisisne Allah tarafından bir iyilik güzellik dokundu mu Allah'a şükür ediyor. Ancak bir fenalık dokunursa hemen ümidini kesiveriyor.'' diyor Allah bir ayetinde. Evet biraz düşününce hayata bir bakınca bunu görmeniz mümkündür aslında.İnsanoğlu bir takım sıkıntılar yaşıyor. Yüreği, canı yanıyor. Ümitsizlik ve karamsarlık sarıyor birden ruhunu. Ve kapatıyor kendini. Öylesine yoğunlaşıyor ki bu üzüntüye. Elindeki mucizeleri, ona sunulan sevgiyi ve güzellikleri göremez hale geliyor. Birimizin sahip olduğu mucize diğerimizin hasreti oluyor belki, gerçekleşmesine ömrünü verdiği. Ama yapılması gereken nedir diye düşünüyorum da. Sevdiğimiz insanların mucizesi bizim de mucizemiz olsun, kendi mucizemiz gibi mutlu olmayı bilelim. Bizim mucizemizin mutluluğunu da paylaşalım sevdiğimizle.
''Kıyamet saatine ilişkin bilgi Allah katındadır. Yağmuru o yağdırır. O, rahimlerde olanı da bilir. Hiçbir benlik yarın ne kazanacağını bilmez. Ve hiçbir kimse hangi yerde öleceğini bilmez. Allah Alim'dir, Habir'dir.(34) diyor Lukman suresinin bu mucize ayetinde. Evet Hiç bir benlik yarın ne kazanacağını bilemez. O yüzden de her zaman bir umudumuz olmalı.
Ayrıca En'am Suresi 42 ve 43. ayetlerde diyor ki Allah ''Yemin olsun ki, senden önce de ümmetlere elçiler göndermiştik. O ümmetleri, bize yaklaşıp sığınsınlar diye zorluklar ve darlıklarla yakalamıştık. Zorluğumuz kendilerine gelip çattığında bir sığınabilselerdi! Ne yazık ki kalpleri katılaştı; şeytan, yapmakta olduklarını onlara süslü-püslü gösterdi.'' Zorluklar ve sıkıntılar hayatımızın bir parçası ve bir sebebi var.Yine Mülk Suresi 2 ayette diyor ki ''Hanginizin daha güzel iş yapacağını belirlemek için sizi imtihana çekmek üzere ölümü ve hayatı yaratan O'dur. Aziz'dir O,Gafur'dur.'' Hayata geliş amacımızı müthiş bir şekilde ortaya koyuyor.
Hadid Suresi 22 ve 23. ayetlerde de diyor ki ''Yeryüzünde ve kendi benliklerinizde meydana gelen hiçbir musibet yoktur ki, biz onu yaratmadan önce bir kitapta belirlenmiş olmasın. Bu, Allah için çok kolaydır. Böyle yapılmıştır ki, elinizden çıkana üzülüp ümitsizliğe düşmeyesiniz ve Allah'ın size verdiğiyle sevinip şımarmayasınız.Çünkü Allah, kendini beğenip övünenlerin hiçbirini sevmez.''
Bakara 263. ayette ise diyor ki '' Güzel, yapıcı bir söz, bir affediş, ardından bir eziyet gelen sadakadan daha üstündür. Allah Gani'dir,cömerliğine sınır yoktur; Halim'dir,hoşgörüsüne sınır yoktur.''
Fussilet Suresi 30 ve 31. ayetlerde de '' Şu bir gerçektir ki, ''Rabbimiz Allah'tır!'' deyip sonra hiç şaşmadan yol alanlar üzerine, melekler ha bire iner de şöyle derler: '' Korkmayın, üzülmeyin! Size vaat edilen cennetle sevinin.'' ''Biz sizin, dünya hayatında da ahırette de dostlarınızız. Cennette sizin için nefislerinizin arzuladığı her şey var. Orada sizin için istediğiniz her şey var.''
Bakın ne diyor Allah Fussilet Suresi 39. ayette ''Sen, toprağı huşu içinde boynu bükük görüyorsun ya, işte o da Allah'ın ayetlerindendir. Onun üzerine suyu indirdiğimizde, o titrer ve kabarır. Hiç kuşkusuz, onu dirilten Muhyi ölüleri de mutlaka diriltecektir. O her şey üzerinde güç sahibidir.''
Ayetlerde de görüldüğü üzere Allah'ın merhameti sonsuz. Ve sıkıntılar gelip geçici. Bizi olgunlaştıran vasıtalar ve hayata geliş amacımızı gerçekleştirdiğimiz, hayat yolculuğunda bir basamak oluyor. Ayrıca ümitsiz olmak ve hayattan çekilmek büyük günah.Son yazılan ayet ise bizim tek başına kaldırımda büyüyen bitkinin de nasıl ve neyle büyüdüğünü ve dimdik ayakta kaldığını öyle güzel açıklıyor ki.


Melda Yaşar

26 Mayıs 2010 Çarşamba

ERCİYES






Kayseri'ye gelişimin üçüncü günüydü.Erciyes'e çıkıyorduk.Müthiş bir heyecan kaplamıştı içimi.Yükseldikçe eteklerinde mükemmel işlenmiş bir oya gibi duruyordu KAR öylece.Öylesine başı dik, öylesine mağrur ve ihtişamlı görünüyordu ki. İnsanlar bu ihtişamı görmeli diye düşündüm.Sanki hemen O ihtişam canlanıverecekmiş de bir arslan misali kükreyecekmiş gibi duruyordu karşımda.Bir korku, bir heyecan aynı zamanda güvende de hissediyordum kendimi.Ne karmaşık bir duyguydu bu...Acaba konuşsa neler anlatırdı bizlere? Memnun muydu,insanlarla devamlı iç içe olamamaktan ve böylesine ulaşılmaz olmaktan.Keşke bir dili olsaydı da,böylesine sessiz olmasaydı da anlatsaydı kendini,dinelemye hazırdım.Aslında duyabiliyor,hissedibiliyor
dum sanki,sanki konuşuyorduk.
Ama şanslıydı.İnsanların ulşabildiği doğa olmaktansa ulaşılmaz olmak güzeldi sanırım.Kimse ona zarar veremez üzemezdi hiç bir zaman. Kendimi düşündüm sonra her nedense. Bu anlmada benziyoruz galiba seninle Erciyes dedim ona.O yüzden de seni anlamakta çok zorlanmıyorum.
En tepeye çıkamadım ama zirvesinde bulunmayı çok isterdim,korkmama rağmen,o heyecanı yaşamak isterdim.Zirvesi bulutlarla sarmaş dolaştı.Sanki oraya çıksam ellerimle tutabilecektim onları. Heyecanla bağıracak ve çığlıklar atacaktım.Bulutların arasına dalıverecektim.Kimbilir ne güzel olurdu orada uyumak.Doğanın şefkatli kollarında uyumak kimbilir ne güzel olurdu.Sanırım en huzurlu uykulara dalabilirdi insan orada....
Melda Yaşar

13 Mayıs 2010 Perşembe

CİĞERCİNİN KEDİSİ

Sen ciğercinin kedisi,ben sen sokak kedisi
Seni yiyeceğin kalaylı kapta
Benimkisi aslan ağzında
Sen aşk rüyaları görürsün, ben kemik... Diyor Orhan Veli. Aslında çok düşündürdü beni bu sözler.Ben katılmıyorum Orhan Veli'ye. Yıllar geçip de zaman akınca değişiyor hayat, değişiyor değer yargıları. O zamanların ciğrecinin kedisi aşk rüyaları görüyordu belki sokak kedisi de kemik.Şimdilerde artık ciğercinin kedisi göremez oldu aşk rüyalarını. Büsbütün kemik görüyor rüyalarında. Daha fazla kemiğe nasıl sahip olurum diye.İnanılması zor ama gönlü geniş sokak kedileri görüyor artık aşk rüyalarını.Sırtındaki yük iyice ağırlaştı. Ne arıyorsan osundur diyor Mevlana.Evet insan neyin hayalini kurup neyi arıyorsa odur.Aşk, sevgi, para her neyse. Ancak görüyorum ki bu son zamanlarda pek sevgiyle aşkla işi olan kalmamış. Orhan Veli'ye en güzel cevap Can Dündar'dan geliyor.
Şefkate kanmış mefta bir ev kedisi olmaktansa, her daim kuyruğu dik, hayta bir sokak kedisi olmak daha iyidir diyor. Durum bu kadar vahim bir hale geldi. Şefkat, sevgi artık gerçekleşmesi zor hayaller arsında yer alıyor. İster ciğercinin kedisi olsun ister sokak kedisi. İnsan şefkate kanarak mefta oluyor.Ancak hiç akıllanmıyor. Her seferinde şefkate kanıyor, göze alarak mefta olmayı. En çok da şefkate sevgiye kadınlar daha bir hasret, arıyor durmadan,hiç yılmadan. Erkeklerin böyle bir derdi yok. Bunun farkında bile değiller. Şefkat uğruna,sevgi uğruna her türlü cefaya katlanıyor.Tüm sevgisini ve ilgisini gösteriyor eşine.Bunun doygunluğunda olan eş ise biliyor karısının onu hiç bir zaman bırakmayacağını. Bunun rahatlığıyla o kadar rahat hareket ediyor ki. Bir küçük ilgi ve şefkati göstermeye bile gerek duymuyor eşine. Bunu bulamayan kadın sayısı da oldukça fazla. Bu şefkat ve ilgiyi göremeyince, yüreğinde kıskançlık ve öfke çöreklenip kalıyor. Sonra bu duygular kendini yavaş yavaş, kin, intikam, entrika gibi duygulara bırakıyor. Aslında bunların altında hep şefkat, sevgi açlığı yatıyor.
Çünkü insan sevgi ve ilgiden yaratılmış bir varlık.

Melda Yaşar

26 Şubat 2010 Cuma

CUMHURİYET

M. Kemal Paşa ziyarete gelen Refik Şevket Bey'e telgrafları gösterdi, '' Bir millet bağımsız olmak için kendi bir bedel ödemeye hazır değilse kim ne yapabilir...''dedi, ''.. Biz can havliyle dirildik, uyandık, olağanüstü bir iş başardık. Şimdi bu uyanışı sürekli kılmak için çalışmalıyız.''
Refik Şevket Bey ''Umarım artık uyumayız'' dedi.
M. Kemal Paşa daha da ciddileşti: '' Emperyalizm bizi affeder mi? Yüz yıllık emeğinin ürünü Sevr'i ve Üçlü Anlaşma'yı tarihe gömdük. Hevesi kursağında kaldı. Affetmez. Bizi yine uyutmak, istediklerini yaptırmak isteyecektir. Onun için gözümüzü daima dört açmalı ve çok çalışmalıyız. Tarihimizi iyi bilmeli, bağımsızlık bilincini güçlendirmeliyiz.''

Nitekim M. Kemal Paşa'nın anlattığı bu konuyu, Lozan konferansı esnasında, Lord Curzon ve ABD temsilcisi İsmet Paşa'ya şöyle dile getiriyordu.
Lord Curzon: ''Bir neticeye varacağız ama biz memnun ayrılmayacağız. Hiçbir işte bizi memnun etmiyorsunuz. Hiç bir dediğimizi, makul olduğuna, haklı olduğuna bakmaksızın kabul etmiyorsunuz. Hepsini reddediyorsunuz. En nihayet şu kanaata vardık ki ne reddederseniz hepsini cebimize atıyoruz. Memleketiniz haraptır. İmar etmeyecek misiniz? Bunun için paraya ihtiyacınız olacaktır. Parayı nereden bulacaksınız? Para bugün dünyada bir bende var, bir de yanımdakinde. Unutmayın, ne reddederseniz hepsi cebimdedir. Nereden para bulacaksınız? Fransızlaradan mı? Para kimsede yok. Ancak biz (İngiltere) verebiliriz. Memnun olmazsak kimden para alacaksınız? Harap bir memleketi nasıl kurtaracaksınız? İhtiyaç sebebiyle yarın para istemek için karşımıza gelip diz çöktüğünüz zaman bugün reddettiklerinizi cebimizden birer birer çıkartıp size göstereceğiz.''

Cumhuriyet-Turgut Özakman

15 Şubat 2010 Pazartesi

ÖĞRETMENİM

Öğretmenliğimin ilk günleriydi.Hep çocukluğumdan beri öğretmen olmak istemiştim. İşte şimdi bu hayalim gerçekleşiyordu. Hele ilk günümü unutamıyorum. Sınıfa girerken dizlerim titriyordu. 7 ve 8. sınıflara girmiştim. Bu daha da heyecanlandırmıştı beni. Dersi anlatmaya başladığımda heyecanım biraz olsun geçmişti. Daha ilk gün anlamıştım ki asıl mesele, dersi anlatmak değil de derse dikkat çekip düzeni sağlamaktı sınıfta. İlk günden sonra yeni öğretmenler gelince idare beni 4.-5. sınıflara vermişti. Bu sınıflar ingilizce dersine çok meraklıydı ve dikkat çekmek diye bir problem yoktu. Çocukları gözleri pırıl pırıl dinliyorlardı ve derse katılmak için can atıyorlardı. Fakat ilk başlarda, öğretilecekler çok kısıtlı ve basit olduğundan bana biraz sıkıcı geliyordu. Zaman ilerledikçe bu sıkıcılıkta geçmişti. Çünkü çok çabuk öğreniyorlardı. Senenin bitimine 2 ay kala çocuklar, bir günlerini, tatillerini ve içinde bulundukları mekanı anlatacak seviyeye gelmişlerdi. Bunu gördükçe çok mutlu oluyordum.
Okulun bulunduğu çevreden dolayı problemli öğrencilerin sayısı çoktu. Parçalanmış ailelerin sayısı oldukça fazlaydı.İlk günlerimden birinde bir sınıfın öğretmeni, sorunlu bir öğrencisinden bahsetmişti, Meltem. Öğrenme güçlüğü çeken, içe dönük bir çocuktu. Bu yüzden artık derse girdiğim zamanlarda ve dışarıda da Meltem'i izlemeye başlamıştım. Arkadaşlarından kopuktu. Sadece bir arkadaşı vardı. Derslere katılmıyordu. Sürekli derse kaldırmaya çalışıyor sürekli tekrer ettiriyordum. İşe yaramaya başlamıştı ama bir sorun vardı. Tahtaya kalkınca yapamadığından arkadaşları hep alay ediyorlardı onunla. Ben yine kaldırıyor yapamyınca ben yardım ediyordum. Cesaretlenmişti artık. Bir gün tahatya kaltığında, arkadaşları Meltem yapamaz diye dalga geçmişlerdi. Fakat O arkadaşlarını da beni de şaşırtacak şekilde doğru yapmaya başmalamıştı.

Bir ay kadar sonra bir gün Meltem'in annesi beni ziyarete geldi. Meltem evde sürekli sizden bahsediyor ve derslerini düzenli olarak yapmaya başladı dedi. Bunun için bana teşekkür etmeye gelmişti. Meltem'in üniversite hastanesinde uzun süredir tedavi gördüğünü fakat tedaviye cevap vermediğini, ancak artık tedaviye cevap vermeye başladığını da söylemişti. O an nasıl bir duygu içinde olduğumu anlatması güç. Sene sonuna doğru, o saçı başı dağınık, arkadaşlarından kopuk, sessiz Meltem gitmiş, yerine kendine özen gösteren cıvıl cıvıl bir Meltem gelmişti.

Öğrencilerle ilişki kurarken tek rehberim hep okul yıllarında yaşadığım sıkıntılardı. Öğretmenlerimin bazıları hep şunu yapıyorlardı. Tahtaya kalkıp da yapamadığım zaman, hep benim yapamadığım soruyu başka bir arkadaşıma yaptırır ve ben de tahtada öylece beklerdim. Bu durum beni çok olumsuz etkilerdi. Bu durum yaşayan bir öğrenci şu mesajı alıyor öğretmenden: Sen yapamadın tembelsin ve ben seni değil yapan arkadaşını seviyorum.

Melda Yaşar

14 Ocak 2010 Perşembe

MEARİC VE NAZİAT SURELERİ

MEARİC SURESİ

Soran birisi, geleceği kuşkusuz azabı sordu. Küfre sapanlar içindir o. Yoktur onu savacak. Yükselme boyutlarının/ derecelerinin sahibi Allah'tandır o. Melekler ve ruh, miktarı elli bin yıl olan bir günde yükselirler O'na. Artık güzel bir sabırla sabret. Onlar onu çok uzak görüyorlar. Biz ise onu çok yakın görüyoruz. O gün gök, erimiş bir maden gibi olur. Dağlar, atılmış, renkli yün gibi olur. En yakın dostlar birbirlerinin halini sormaz/ bir dost bir dostundan bir şey isteyemez. Birbirlerine gösterilirler. Suçlu, o günün azabından kurtulmak için oğullarını fidye vermeyi bile ister. Eşini, kardeşini, kendisini kucaklayıp barındıran ailesini. Ve yeryüzündeki insanların tümünü fidye verip kendisini kurtarmayı ister. Hayır, hayır! O, alevlenen bir ateştir.
-Çağırır, sırtını dönüp uzaklaşanı.
-Toparlayıp kasada yığanı/ depolayanı.
-işin gereği şu ki, insan; aceleci/hırslı/sabırsız/tahammülsüz yaratılmıştır.
-Kensine kötülük/hoşnutsuzluk dokununca basar bağırır.
-Kendisine hayır ve nimet ulaşınca ondan başkalarının yararlanmasına engel olur.
Namazlarını/dualarını yerine getirenler müstesna.
-Bunlar, namazlarında/dualarında süreklidirler.
-Bunların mallarında belirli bir hak vardır: Yoksul ve yoksun için.
-Bunlar, din gününü içtenlikle doğrularlar.
-Bunlar, yalnız Rablerinin azabından ürperirler.
-Bunlar ırzlarını titizlikle korurlar.Kim bunun ötesini isterse, işte böyleleri, sınırı aşanların ta kendileridir.
-Bunlar, kendilerindeki emanetlere ve ahitlerine sadık kalırlar.
-Bunlar, tanıklıklarını tam yaparlar.
İşte bunlar cennetlerde ikram göreceklerdir. İş, onların sandığı gibi değil! Doğuların ve batıların Rabbine yemin olsun ki, biz gerçekten gücü yetenleriz;Onları kendilerinden daha üztün olanlarla değiştirmeye.Mearic suresi (1,2,3,4,5,6,7,8,9,10,11,12,13,14,15,17,18,19,20,21,22,23,2425,26,27,29,31,32,33,40,41)


NAZİAT SURESİ
Yemin olsun çekip koparanlara/yay çekenlere/kuyudan su çekenlere/bağsız bekçisiz koşan atlara/ayrılık yüzünden hasret çekenlere/daldırıp daldırıp çıkaranlara. Yemin olsun, rahatça, incitmeden çekenlere/ düğümü hünerle çözenlere/bir yerden bir yere gidenlere/coşkuyla iç çekenlere. Yemin olsun, boşlukta ya da suda yüzüp gidenlere ,derken, öne geçip yarışı kazananlara,
Bir iş ve oluşu çekip çevirenlere,
Ki, o gün şiddetle sarsacak olan saracaktır. Onu ardı sıra gelen izleyecektir.
Siz mi daha zorsunuz yaratılışça, gök mü? Onu O yapıp kurdu. Onun boyunu yükseltti; ardından ona ahenk ve düzen verdi. Gecesini kararttı, kuşluğunu ortaya çıkardı. Bundan sonra da yeri yayıp deve kuşu yumurtası biçiminde yuvarlattı. Ondan suyunu, otlağını çıkardı. Dağları, demir atmış gibi oturttu.Naziat suresi (1,2,3,4,5,6,7,27,28,29,30,31,32)





Takva kavramı açık ve net olarak veriliyor. İnsanların aceleci/hırslı/sabırsız/tahammülsüzlük gibi kötü özellikleri vurgulanmakta.Aslında bu özelliklerin ve takvaca üstün olmanın önemli noktaları mevcut olamkala birlikte, daha başka ayetlerde daha başka önemli noktalarda bulunmakatadır.Emanetlere ve ahitlerine sadık olmak derken ne demek istiyor acaba diye düşünüyor insan. Bu emanetler nelerdir acaba, sadece insanlar arası ilişkilerden mi bahsediliyor. Bununla birlikte insanoğluna emanet edilen başka neler var. Başka ayetleri de düşününce görülüyor ki doğa ve tüm canılılar ve hatta evren de insanoğluna emanet edilmiştir, diye düşünmekteyim. Ayrıca ahitlerine sadık kalmak ne demek, ne düşünmek gerekiyor acaba. Kur'an'da bazı surelerde bir çok ayetlerde bir ahitleşmeden bahsediliyor. Bunu tam olarak kavrayabilmiş değilim.
Naziat suresinde takva kavramında, bir iş ve oluşu çekip çevirenler çok önemli bence. Çünkü başka surelerde okuduğum ayetlerin bazılarında da bu noktadan bahsediliyor.Hiç bir kötülük yapmadan, kendilerine evlerine kapatıp, ibadetle geçiren insanlarla, dışarı çıkıp güzel düşünüp güzel işler yapanlar yani bir iş oluşu çekip çevirerek çaba gösterenlerin diğerlerinden çok daha üstün olduklarından bahsediliyor. Yani sürekli haraket halinde olmak ve bunu yaparken de Allah'ı tesbih etmiş oluyor, insan diye düşünmekteyim.
Melda Yaşar

5 Ocak 2010 Salı

GÖKYÜZÜ

Bir balıktım akvuryumda, okyanusları özleyen. Okyanusum sendin. Bir yol bulabilsem kırabilsem sana doğru tüm engelleri. Derken okyanus ben oldum. Dolunayım oldun en karanlık gecelerimde, pırıl pırıl yakamozum oldun. Çırpınıp vurdum vurdum kayalıklara sen diye, köpük köpük coştum. Yüreğimin düş bahçelerinde en güzel tangoların tek kavalyesiydin. Müziğin en coştuğu anda, gözlerim başka hikayeler anlatıyordu gözlerine. Yüzleştim en büyük korkumla.
Hayallerimin içinde işte öylece duruyorlar simsiyah. Sadece korkular değildi belki engeller. Hayallari süsleyen başka beyaz küçük hayaller de vardı. Ve buna eşlik eden inançlar.
Şimdi önemsiz kaldı tüm hayaller, gidişlerin yanında. Almayı ve istemeyi hiç bilmeyen, hep veren ve verdikçe çoğalan bir yüreğin hayat hikayesiydi bu.
Hep veren bu koca yürek! Verdikçe, görevini her tamamlayışında, uçururdu kuşlarını özgürlüğüne, masmavi gökyüzüne. Uğurlama fasıllarına alışık bu yürek, öylece bakakalırdı arkalarından, özgürlüklerine kanat çırpışlarına. Dayanılmaz hüzünlerlerin bıraktığı koca boşlukla başbaşa kalırdı. İşte en büyük engel buydu! Nasılsa sen de uçacaksın vakti geldiğinde kendi özgürlüğüne.
Ama, ama bu kez uğurlama istemiyor bu yürek. Sen de uçacaksın belki ama, uçuşların bana olmalı Sevgili. Özgürlüğün kanat çırpışları bana olmalı! Benim yüreğime göç etmelisin, başka yüreklere değil. Gel bak! Yüreğimde sana, özgürce uçabileceğin koca bir gökyüzü var...


MELDA YAŞAR

1 Ocak 2010 Cuma

ÇOCUK VE EVLİLİK

Kardeşim, yalnız senin için bir sorgum var. Bunu bir sonda gibi ruhunun dibine atıyorum. Derinliğini anlamak için.
Sen gençsin, evlilik ve çocuk arzu ediyorsun. Fakat sana sorarım: Çocuk istemeye ehil bir adam mısın?
Sorarım: Zafere erişmiş misin? Kendi kendini zorlayan mısın? Duygularının hakimi misin? Erdemlerinin efendisi misin? Sorarım!
Yoksa arzun, hayvanlıktan ve zina ihtiyacından mı? Yalnız kalmaktan mı, kendinle geçinememekten mi geliyor?
İsterim ki, zaferin ve özgürlüğün çocuğu özlesin. Zaferine ve kurtuluşuna canlı anıtlar dikesin.
Kendinden ötesi için inşa etmelisin. Fakat bunun için önce kendin beden ve ruhça tam yapılı olmalısın.
İşin yalnız üretmekten ibaret olmamalı. Kendinden üstün varlık yaratmalısın. Bu iş için evlilik bahçesi sana yardım etmeli.
Daha yüksek bir varlık, bir ilk hareket, kendiliğinden dönen bir tekerlek, bir yaratıcı yaratmalısın.
Evlenme, iki kişinin bütün yarattıklarından daha üstün bir varlık getirme iradelerine derim. Böyle bir iradenin sahibi oldukları için iki kişinin birbirini saymasına derim.
Senin evliliğinin anlamı ve gerçeği bu olmalı. Fakat şu gereksizlerin evlilik dediği şey; buna ne ad vereyim?
Ah bu iki kişinin karşılıklı ruh yoksunluğu! Ah, bu iki kişinin karşılıklı ruh kirliliği! Ah, bu iki kişinin acınacak rahat düşkünlüğü!
Bunların hepsine evlilik diyorlar. Ve nikahlarının gökte kıyıldığını söylüyorlar. Bu gereksizlerin göğünü istemem. Bu ilahi ağda kucaklaşan hayvanları istemem.
Böyle evliliklere gülmeyin! Hangi çocuk ana-babasının haline ağlamak için nedene sahip değildir.
Şu adam, bana olgun ve dünyanın anlamını kavramaya yetkin göründü. Fakat karısını görünce dünyayı bir tımarhane sandım.
Şu adam, bir kahraman gibi gerçekleri aradı.Ve sonunda küçük ve süslü bir yalan yakaladı. Buna ''evliliğim'' diyor.
Şu adam, ilişkilerinde pek çekingen ve çok güç beğenirdi. Fakat birdenbire sonsuz olarak derneğini bozdu. Buna ''evliliğim'' diyor.
Şu adam, melek erdemlerine sahip bir hizmetçi arıyordu. Fakat birdenbire bir kadının hizmetçisi oluverdi. Şimdi yalnız bir melek olması kaldı!
Bütün alıcıları dikkatli görüyorum. Hepsinin hilekar gözleri var.
Çok kısa delilikler -siz buna aşk diyorsunuz. Ve evliliğiniz, uzun bir budalalık halinde bu kısa deliliklerinize bir son veriyor.
Kadına olan sevginiz ve kadının erkeğe karşı olan sevgisi... Sizin en iyi aşkınız bile şaşkın bir sembol ve acıklı bir alevden ibarettir. O ise daha yüksek yolları aydınlatacak bir fenerdir.
Biraz da kendinizden ötesi için sevin. Böyle sevmeyi öğrenin. Bunun için aşkınızın acı kadehini içmelisiniz.
En iyi aşkın kadehinde bile acılık vardır. Böylece insanüstüne sıcaklık getirir. Böylece yaratıcı, sana susuzluk verir.
Yaratıcıya susuzluk, insanüstüne özlem ve ok. Kardeşim söyle, evlilik iraden bu mu? Bu iradeyi ve bu evliliği kutsarım.

NİETZSCHE